17 Temmuz 2000… Ankara, tarihin dönüm noktalarından birine şahitlik ediyordu. Avrupa Birliği Türkiye Komiseri Gunter Verheugen, 57. Koalisyon hükümetinin ortaklarıyla kapalı kapılar arkasında, Türkiye’nin geleceği hakkında kritik bir görüşme yapıyordu. AB, Türkiye’den Kürtçe televizyon, eğitim ve “azınlık hakları”na dair ağır yükümlülükler talep ediyordu. Bu talepler, sadece bir diplomatik adım değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının yeniden şekillendirilmesi anlamına geliyordu.
O dönemde Türkiye’nin gündemi, Lozan Antlaşması ve Kopenhag Kriterleri arasında sıkışıp kalmıştı. Kopenhag Kriterleri, her ülkede resmi dilden farklı anadili konuşan halkların “azınlık” olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtiyordu. Bu durum, Türkiye’deki Kürtler, Çerkezler, Araplar ve diğer etnik grupların, uzun yıllar boyunca azınlık statüsüne girmeleri anlamına geliyordu. İşte bu noktada Türkiye’nin bir dönüm noktasına geldiği açıkça ortaya çıkıyordu: Lozan’ın koyduğu sınırlar mı yoksa AB’nin dayattığı “azınlık hakları” mı?
18 Temmuz 2000’de Hürriyet gazetesi, “Verheugen’den Ağır Ev Ödevleri” başlığıyla bu durumu manşetlerine taşırken, Türkiye kamuoyu bu meseleyi tartışmaya başlıyordu. AB’nin sunduğu bu talepler, sadece bir diplomatik mesele değil, Türk milletinin kimliği ve devlet yapısı açısından da hayati bir sorundu. Lozan Antlaşması, Türk milliyetçiliği için kutsal bir metin haline gelmişti ve AB’nin önerdiği “azınlık hakları” uygulaması, bu metnin geçerliliğini tehdit ediyordu.
Ancak, 10 Ağustos 2000 tarihinde ANAP milletvekili Kamran İnan, Türkiye Cumhuriyeti’nin “bölünme korkusu”yla yıllardır beklettiği Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ne imza atılacağını öğrenince, siyaset sahnesine yeni bir gerilim katıldı. İnan, önce Devlet Bahçeli’ye giderek, Türkiye’nin milliyetçi damarını sarsacak bu adımı engellemeye çalıştı. Fransa ve İspanya gibi ülkelerin bu sözleşmeye imza atmadığını, çünkü bölünme korkusuyla karşı karşıya olduklarını vurguladı. Ancak Bahçeli’nin verdiği sakin yanıt, Türkiye’nin rotasında büyük bir değişiklik yapacağının işaretiydi: “Gereğini yapacağım, merak etmeyin Kamran Bey.”
Bahçeli’nin bu soğukkanlı tavrı, aslında Türk milliyetçiliği açısından bir kırılma noktasıydı. Zira Türkiye’nin Lozan Antlaşması’na dayalı üniter yapısı, AB’nin talepleri doğrultusunda değiştirilecek gibi görünüyordu.
O dönemde, Türkiye’nin milliyetçi kesimlerinin en büyük korkusu, ülkenin bölünme tehlikesiydi. Kürt meselesi ve azınlık hakları, hem iç politikada hem de dış ilişkilerde büyük bir yük olmaya başlamıştı. Devlet Bahçeli’nin ve diğer milliyetçi liderlerin, AB’nin taleplerini reddetmeye yönelik duruşları, Türkiye’deki milliyetçi hareketin savunduğu ulusal bütünlük anlayışının savunulması adına büyük bir adım olarak görülüyordu. Ancak, bir yandan da AB ile ilişkilerde ilerleme kaydedilmesi gerektiği düşünülüyordu.
Sonuçta, 18 Ağustos 2000’de Türkiye, Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ne imza attı. Bu karar, hem Türkiye’nin dış dünyaya açılan kapısını güçlendirme hamlesi olarak değerlendirildi hem de iç politikada büyük bir tartışma başlattı. Türk milliyetçiliği, bu adımı, ülkenin üniter yapısına büyük bir tehdit olarak gördü. Lozan Antlaşması’nın Türk milletinin birlik ve bütünlüğünü koruyan güvenceleri, AB’nin “azınlık hakları”na dair istekleri karşısında giderek daha fazla sorgulanır oldu.
2000’lerin başındaki bu tartışmalar, Türkiye’nin dış politikasında ve iç yapısında önemli değişimlerin habercisiydi. Türkiye, bir yanda AB ile ilişkilerini güçlendirme çabasında, diğer yanda milliyetçi hassasiyetlerini koruma mücadelesi veriyordu. Ancak bu denge, her iki tarafı tatmin etmeye yetmedi ve Türkiye, tarihi bir dönüm noktasında, kimlik ve ulusal bütünlük meselesiyle yüzleşmek zorunda kaldı.
Bugün geriye dönüp bakıldığında, 2000’lerin başındaki bu olaylar, Türkiye’nin hem iç politikasını hem de uluslararası ilişkilerini derinden etkileyen önemli bir dönemeçtir.